Nihat Doğan Somali'de yaşadıklarını yazdı!

Başbakan'ın heyetiyle Somali'ye giden Nihat Doğan, HT Magazin için yazdı...

Nihat Doğan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Somali’de gözyaşları içinde görev yapan doktora söylediklerini yazdı: “Sen Türk doktorusun, herkes ağlayabilir ama sen ağlayamazsın..."

Yaklaşık dört hafta önceydi. Ekranda hayatım boyunca hiç unutamayacağım dehşet görüntüleri izledim. Ramazan Bayramı sonrası çıkacak yeni albümümün tüm gelirini Somali’ye bağışlayacağımı açıkladığım gün bu hüzünlü hikâye başladı. Birkaç gün sonra Ankara’da bir iftar yemeğinde karşılaştığım Sayın Başbakanımızla Somali’deki trajediyi konuşurken, özel bir heyetle oraya gideceklerini öğrendim ve “Ben de o kafilede yer almak istiyorum” dedim. Kendileri de bu konudaki hassasiyetimi fazlasıyla önemsediklerini dile getirip beni de bizzat davet ettiler. Geçtiğimiz perşembe akşamı yedi saat süren, uzun, yorucu ama bir o kadar da heyecanlı yolculuğun finalinde büyük bir gürültü koptu. Pistin kısa olması nedeniyle kaptanın bizzat bizleri uyararak yaptığı anonsun ardından yaptığı iniş sırasında uçağın kanadı yere çarptı. O kadar alçaktan uçuyorduk ki, sanki okyanusa inecektik. Bir taraftan çığlık sesleri, diğer yandan ise kelime-i şahadet sesleri yankılanmaya başlamıştı. Neyse ki, kaza ucuz atlatıldı. Heyecanlı iniş sonrasında artık Somali’deydik. İnsanların gözleri parlıyordu. Çünkü 25 yıldır Somali’yi hiçbir devlet lideri ziyaret etmemişti. Virane, terk edilmiş evler, barakalar, mermilerle boyanmış binalar vardı ve hayalet bir şehri andırıyordu. Sanki bir film karesinin içindeydik ve adeta o filmi yaşıyorduk.

"BUNLAR İNSANSA BİZ NEYİZ?"

İlk ziyaretimiz yüzlerce insanın üst üste yaşadığı sözde kamp yeri oldu. Orada bulunan en büyük çadıra yaklaştığımda beni “Selamünaleyküm” diye karşılayan 6 yaşındaki çocuğa takıldı gözlerim. Elimden tutup beni çadırın içine götürdü. Üç kardeş bir kabın içinde pilav, patates ve makarnadan oluşan bir karışımı elleriyle yiyorlardı. Yemek kabı, ağızları, suratları yemeklerine ortak olmak isteyen sineklerle doluydu. Bir yandan sinekleri kovalamaya çalışırken, diğer taraftan götürdüğümüz erzaklardan onlara yedirmeye çalışıyordum. Bir anda ağzımdan “Bunlar insan ise, biz neyiz. Biz insan isek bunlar ne?” cümlesi döküldü. Aynı dünyada yaşadığımızdan dolayı insanlığıma kahreder, insan olduğumdan utanç duyar hale gelmiştim. Günümüzde köpeklerine bile büyük bir itina gösterip kıyafet giydirenleri, köpeklerinin yemek tasını gümüşten seçenleri düşündükçe nasıl isyan etmez, nasıl kahretmezdim. Bir sonraki durağımız, yırtık pırtık bez parçalarıyla donatılmış sözde çadırlar içinde bir parça ekmek için birbirlerini ezen insanlarla doluydu. Dört çocuk gördüm orada ve yanlarına gittim. Hasta ve bitkinlerdi. Anneleri yanı başında çaresiz bir şekilde bekliyor, başındaki doktorlar ise hiçbir şey yapamıyorlardı. Bir çocuğun gözlerinin kaydığını görünce panikle doktora koştum. Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu ve eşi duruma gözyaşları içerisinde müdahale etmesine rağmen maalesef elinden bir şey gelmiyordu. Çocuğun annesi saçını başını yoluyordu.

"TAŞ BU ACIYI GÖRSE ERİRDİ"

İnsanlık bütün anlamını yitirmişti o an gözümde. Bir hayvanın açlıktan öldüğüne tanık olmayan ben, maalesef bir insanın açlıktan öldüğüne şahit olmuştum. Bırakın bir insanın gözyaşı dökmesini, bir taşa gösterseydik bu acıyı o da tükenir, o da erir, o da gözyaşı dökerdi. Acı dile gelseydi eğer, kendine lanet ederdi. Bu muydu acaba “Sözün bittiği yer” dedikleri... Hayır, bize göre bu sözün başladığı yer olmalı. Sözün dillendirildiği, çağladığı, haykırıldığı yer olmalıydı. Çünkü Somali insanlığımızı hatırlama noktasındaki en büyük sınavımızdı. Gelin bu şansı kaçırmayalım. Somali bizim insanlığımızın dirilişi olsun.

"MESELE YÜREKLERİN KURAKLAŞMAMASI"

Oradaki en büyük sorunlardan bir tanesi de yaşanan iç savaştır. Devletsizliğin ne kadar kötü olduğunu orada anladım. Gelen yardımların dağıtılması noktasındaki sıkıntılar bir yana, koordinasyonsuzluk, iletişimsizlik, bürokrasinin olmaması, eğitimsizlik ve güvenlik zaafı had safhadaydı. Somali’deki iç savaşın bir an önce sona ermesi ve mutlak bir barışın ilelebet hâkim olması adına bence gereken her şey yapılmalı. Çünkü mesele toprakların kuraklaşması değil, mesele gönüllerin, yüreklerin kuraklaşmamasıdır.

"BAŞBAKAN ‘SEN AĞLAYAMAZSIN' DEDİ"


Gözümüzün önünde bir çocuk can çekişiyordu. Sağa sola boş gözlerle bakarken, bir anda Sayın Başbakanımız ve eşi Emine Hanım’ı fark ettim. Hemen “Sayın Başbakanım, yalvarırım çocuk ölüyor, yardım edin” diye seslendim. Başbakanımıza çocukların yattığı yeri gösterirken, bir yandan da Emine Hanım’ın kolundan tutarak çocuğun yanına doğru gittim. İnanılmaz bir hüzün fotoğrafı ile karşı karşıyaydık. Ortalık bir “yas evi” gibiydi. Bir doktorun çaresizlikten gözyaşı dökeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Başbakanımızın doktora seslenişiyle matem havası aniden dağıldı. Başbakan’ın “Burada herkes ağlayabilir, ama sen ağlayamazsın, sen bir Türk doktorusun, Türk doktoru ağlamaz, söyle ne yapmamız lazım” demesiyle doktor, “Burayı hemen boşaltıp, yolu açıp, çocuğu götürmemiz lazım” cevabını verdi. Ama artık çok geçti. O yavrumuz, gözlerimizin önünde hayata gözlerini kapamıştı. Hiçbir şey yapamamış, o küçük yavrumuza çare olamamıştık.